Fırat Baytak
“ne beklediğimi bildiğim bu durakta başımı göğe yükseltip içimden geçenlere bakıyorum” diyor şair Mehmet Sait İmret.
Çok kısa bir süre önce ikinci şiir kitabı olan ‘Camın Ciğere Gittiği’ ile okurlarına tekrardan merhaba diyen İmret ile şiir sanatı ve edebiyat üzerine söyleştik. Uzun süre sonra kendisini şehrinde; Batman’da ağırlamanın verdiği mutluluk ile birçok şeyi siz okurlarımız için konuştuk…
-Kitabın içeriğine geçmeden önce adına değinmek istiyorum. Şiirlerdeki felsefi söylem ve toplumsal, kimi yerdeki bireysel derinlikler okuru çıplak ayakla camlar üzerinde yürütmeye yetiyor. Ki bazı kitapların okurunun huzurunu bozmasını düşünenlerdenim. İçerik bir yana kitaba verilen isim de başlı başına bir paragraf. Hatta kitap şu dizelerle başlıyor: Annem söylerdi/cam ciğere yavaş yavaş gider/cam ciğere/yavaş yavaş… Bu ismin hikâyesini bizimle paylaşır mısınız?
Merhabalar, öncelikle sizinle yazı ile bir araya gelmek çok mutluluk verici. İnsan yazı ile beraber tecrübeyi daha sağlam bir şekilde aktarmayı öğrendi. Yazı ile aktardığı tecrübesi insanın kendi geçmişini daha iyi anlamasına da sebep oldu. Yazı sayesinde birçok duyguyu yaşamadan da okuyarak anlıyoruz. Yani bir yere gitmeden de orayı bilmek gibi bir şey oldu. Bilmek insana bir konfor sağlarken bazen de o konforu bozuyor gibi hissediyorum. Nihayetinde şahitlik ettiğimiz durumdan artık bağımsız değiliz. Bu bilme olayı mutlaka bir yerde karşımıza çıkıyor, bizimle konuşuyor; şunu yap, bunu yapma gibi teskinlerde bulunuyor. Genelde bunu sohbetlerimizde de yaparız ama yazı kalıcı bir şey gibi önümüzde duruyor. Benim için de yazma süreci böyle başladı. Düşündüklerimi istediğim zaman karşıma alıp, onlarla o yazdığım anı tekrar yaşamak duygusu. Artık bir şeyi derinlemesine anlamanın verdiği huzur ve bu huzursuzluk içinde keyifli bir yer yakalamış olmak. Huzur ve huzursuzluk çok zıt şeyler gibi anlaşılsa da bana çok ayrı şeylermiş gibi gelmiyor ve isterim ki; insan bu diyalektik gibi duran zıtların ruhunu kendi kişisel konforuna düşmeden anlasın. İç içe olan şeyler ve ikisini de anlamak lazım. ‘Camın ciğere gittiği’ dosyası benim huzurumu kaçırmış olsa da bunu anlamak bana huzur da verdi. Toplumsal ve psikolojik yönden kötüymüş gibi görünen şeylerden uzak durulmaması kanaatindeyim. Oralar daha gerçek yerlerimiz gibi hissediyorum.
“filizlendim de
içimde dörtnala koşan atın sesine ve nefesine baktım
yaşamak dedim bu
sarıldım”
- Kitap, ilerlerken belki birçoğumuzun içinde olan ve her geçen gün büyüyen bir boşluk hissiyle bizi yüz yüze getiriyor. Ama bu boşluk hiçbir yerde karşılığını bulmuyor. Sesin karşılığı sessizlik, yalnızlığın kalabalık, varlığın yokluk… Bunlar yerine bir şeyler konuşabilecek konular ama boşluğun herhangi bir karşılığı yok. Dolmuyor. Doldu sanıyoruz. Zaman geçiyor yerine koyduğumuz şey de boşluğa düşüyor. Neden bu boşluk?
İnsanın koca bir boşlukla dünyaya geldiğini ben de düşünürüm. İnsan doğup bu hayattan gidinceye kadar hayatını hep anlamak ve anlaşılmak üzerine kurar. Bunun için okur, gezer, dinler, konuşur, gözlemler. Nihayetinde de bir şeyleri anlamış ve bir şeyleri hiç anlamamış olarak ölür. İnsan zaten sosyal varlık olmasından kaynaklı insana muhtaçtır. Kendi döngüsünü de insanla yaşamak üzerine kurar. İşin içine ‘yaşamak’ bir zorunluluk olarak girdiği için, artık burada zaman geçirmek bir uzlaşı mecburiyeti getirir. Kavgasını da eder elbet, bu kavgada anlaşılmak üzerinedir”
-Neden boşluğu dolmaz peki?
Toplumla ilişki kurdukça kendi olmaktan uzaklaşır. Kendi ilkel benliği ile duyguda hareket ettiği yer birine çarpınca akla ihtiyaç duyar. Ki akıl sonradan edinilen bir şeydir. Fakat boşluk var olmakla elde edilen bir şey olduğu için, bu iki farklı yer birbirinin yerini tutmaz. İşte tam da burada ‘iyileşmek toplumsaldır’ diyebiliyor insan. Çünkü iyileşmek veya normalleşmek sadece toplumun geri kalanıyla uyum sağlamaktan başka bir şey değilmiş gibi geliyor bana. Hatta modern psikoloji de bu eşitlenmek duygusunu fazlasıyla tamir etmeye çalışıyor. Nihayetinde iyi olunca sadece anlaşabiliyoruz, o kadar. Ama bu anlaşıyor olma biçimi boşluklarımıza iyi mi geliyor yoksa boşluklarımıza hiç bulaşmadan insan ile ilişki kurmamızı mı sürdürüyor, bilmiyorum tabii. Burayı anlamak sanırım hepimize ‘içsel olarak’ huzur verebilir.
“benim yüzüm
senin yüzünde bir yer
cam çiğne birine yer olma”
-Aslında çoğu okur buluşmanda karşılaştığın bir soruyu ben de editörün olarak burada sormak istiyorum. İlk kitabın Üç Beş’ten tanıdık bir ismi yeni kitabında da görüyoruz. Tatlı bir tanışıklık! Böylece ilk kitabına da atıfta bulunuyorsun ‘Eleni’ ile genel bir kabul şöyledir: ‘Yazılan çoğu şeyin unutulmaya hazırlanan konular olduğu.’ Sen ikinci kitabında Eleni’ye tekrar seslenerek unutmanın da devam ettiğini okura sunuyorsun. Ben de diyorum ki “Bence en acı hatırlama şekli unutmaktır” Hele bu devam eden bir şeyse… Camın ciğere gittiği devam eden şeylerin akşamı mı?
Hayatın bir sürekliliği var. Bu süreklilik kopuyor gibi hissederiz ama bence devam eder. Bazı şeyler güncelliğini yitirir, bazı şeylerin zamanı biter, bazı şeyler de ömür boyu sürer. Asıl meselemiz ömür boyu sürüyor olan şeylerle nasıl baş edeceğimiz. Yazı bu konuda çok muazzam bir baş etme seçeneği gibi duruyor karşımızda. Orası toplumun hiçbir yargısına boyun eğmeyen bir yer. Düşünün, günlük hayatta konuştuğunuz mevzularda muhatabınız size mutlaka bir karşılık verir, düzeltir ya da karşı çıkar. Bu itirazlar bireyin kendisini ifade ederken kapanmasını da sağlayabilir. Oysa yazıda muhatap yok, yazar istediği şeyi istediği biçimde istediği kadar verebiliyor. Bu yazarın özgürlük alanını genişletiyor. Ben de bu mecra da Eleni ile konuşmayı seviyorum. Bu aynı zamanda bir muhatapsızlık durumu olduğu için de, o içsel konuşma sürüyor ve benim için çok anlamlı bir yerde kalıyor. Peki, bu devam eden şeylerin akşamüstü mü, diye çok narin bir soru sormuşsunuz. Sabah gözünü açar açmaz başlayan şeyin gün batımı ile devam etmesi gibi bir güzel anlamı da var. Biraz daha üstüne koyacak olursam, burası benim için hem akşamüstü hem de gece diyebilirim. Akşamüstü süren şeyin geceyi de kurtardığı çok oluyor. Gece sabaha güzel çıkınca bu döngü kendi içinde süreklileşen bir şey oluyor. Keyifli. Unutmayacağız. Seyyidhan Kömürcü’nün dediği gibi ‘hatırlamayı unutmayacağız’
‘çok uzattım biliyorum
insan bazen çok uzatınca
iyi bir şey demiş sayıyor kendini
çok uzadın içimde
iyi de oldu’
- Okur, kimi yerde yalnızlığa kimi yerde bir şehre ve belleğine takılıyor. Sokağa, perdesi örtük bir eve… Ama sonunda eve dönmeyi becerebiliyor. Clarissa P. Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar romanındaki şu paragraf kitabı özetler gibi: ‘’Yuvaya kavuşmak nedir? Geri dönmek, anımsadığımız yere gitmek içgüdüsüdür. Kişinin ister karanlıkta, ister gün ışığında olsun, evinin yerini bulma yeteneğidir. Hepimiz eve nasıl döneceğimizi biliriz. Ne kadar uzun sürmüş olursa olsun, yolumuzu buluruz. Gecenin içinden, acayip topraklardan, yabancı kabileler arasından haritasız geçer ve yol boyunca karşılaştığımız tuhaf insanlara sorarız: "Yol hangisidir?" Sence nedir bu eve dönmek ağrısı?
İnsan olarak sonuç odaklıyız. Hayatımızı karşımıza alıp onunla konuştuğumuzda neyi başarıp neyi başaramadığımızı hep insanların ‘başarı’ diye tabir ettiği sonuç üzerinden ele alıyoruz. Bu bizim tüm hayatımızı ya güzelleştiriyor ya da aşağı çekiyor. Biten bir şeye bakıp bitti demek değil de, yaşadığımız şeyleri anımsayıp zamanımızı keyifle geçirdiğimiz yerlere bakmalıyız gibi hissediyorum. Tabi böyle bir coğrafyada insan faktörü fazlasıyla var. Sonuca değil de yola bakmak ne kadar mümkün, bunun cevabı değişebilir. Ev meselesi benim de kafamı fazlasıyla kurcalayan bir şey. Doğumla edindiğimiz anılarımızın biriktiği yer olarak düşlerdim evi. Sonra da o ilk eve benzeyen, fakat kendimizce sağlıksız bulduğumuz yerleri de iyileştirerek bir ev kurmak isteriz gibi hissediyordum. Bu belirleme bende hala güncel. Bunun yanında da evi sadece bir fiziki mekân olarak algılamıyorum artık. Küçükken sevdiğini yitiren bir komşumuzun ‘evim yıkıldı’ demesiyle kafam karışmıştı. Demek ki, burası mekânı aşan, duygusal bağ kurduğun bir yer de olabilir dedim. Kendi şiirimde de ‘insan insana evdi’ diye yazdım. İnanırım bu dizeye. Duygumuzu besleyen bir insan tüm dünyayı güzelleştirebilir. O çöplüğü ev yapar. Dünyaya gözünü kapattırır ve huzurla uyutur. Toplamına bakınca insanın tüm duygusu bana artık bir evin parçaları gibi geliyor.
“uyanır uyanmaz söylüyorum sesim içimde gür
ey sesimi kendi içinde kendi sesiymiş gibi duyan”
-Kitabın alt matematiğinde derin bir bellek var. Hasar almış bir bellek… Bu belleği okura sunarak unutma diyorsunuz! Bir sesi, evi, bir şehri veya toplumsal bir acıyı…
Neden hatırlatma gereği duyuyorsunuz?
İlk olarak kendim unutmayayım diye yazdım. Unutmak iyileştiren bir şey fakat iyileşmenin toplumsallaşmak diye bir şey olduğunu da artık fark edince arada kaldım. İyileşmek mi, hatırlamak mı? Zaman zaman cevabım ve hissiyatım değişse de, belleğe inanırım. Objektif olarak değerlendirdiğimiz her olayı hatırlayalım. Bu yaşamamızı zorlaştırıyor gibi görünse de, bu hatırlama bizim kişisel tarihimizdir ve biz kendi hikâyemizin lideriyiz. Nihayetinde savaşlarda tarihe yazılanlar komutanlar ve liderlerdir. Elimizde bir kılıç varmış ve at üstündeymişiz gibi konuşalım geçmişimize. Ben buradaydım, burada olmaya devam edeceğim diyelim.
Peki, hatırlamayı unutmamaya çalışırken karşımıza hep iyi şeyler mi çıkacak? Elbette kötü şeyler olacak. Bu da dünyanın hatasıdır diyorum. Çünkü her şeye gücümüz yetmeyecek ve biz ne olursa olsun bu dünyadan mutlu ayrılmayacağız. Bunu bilmek beni mutlu ediyor.
“içimden bir ses geçiyor
insan neden kendine hep sessizce konuşur
insan kendini bilir de
neden içinde durmadan söz yakar diye”
- Son olarak bizlere ve Kadraj Dergisi okurlarına neler söylemek istersiniz?
Çok sevdiğim Şair dostum ve beraberce şiire yoldaşlık ettiğim sevgili Fırat Baytak ile bu narin söyleşiyi yapmaktan mutluluk duydum. Ayrıca Kadraj Dergisi emekçilerine yazıya omuz veriyor olmalarından ötürü teşekkür ediyorum. İyi ki varlar, iyi ki kelamı uzaktan alıp yakına koyuyorlar. Edebiyat severlere ve yazı dostlarına da selamlarımı sunuyorum. Sanatla kalın…
Editor : Yusuf Kavak