Röportaj: Fırat Baytak - Konuk: İçten Gürcan
Sevgili İçten Gürcan’ın da dediği gibi: ‘‘Bana sorarsan ebediyen saklanıyoruz.’’
Şimdi tüm bunları unutup gözlerinizi kapatınız. Ve bir sahil kasabasında olduğunuzu hayal ediniz. Suların kıyıya nazikçe vuruşuyla, meltemin yüzünüzü şefkatle okşayışıyla akıp giden bir kasaba! Çocuk sesleri, mavi gök ve kitap dolu bir arabayla kasabayı adım adım gezen bir şair. Evet, bahsettiğim şair Sevgili İçten Gürcan. Behçet Necatigil’den esinlenerek ‘Behçet’ adını verdiği taşınabilen sahaf arabasıyla Dikili sokaklarını adım adım geziyor. Bana sorarsanız bunu somut bir edebi akım olarak nitelerim. Bahsini ettiğimiz; sokak kavramının en somut hali. Edebiyatın sokaktaki sesi… Şimdi sözü Sevgili İçten Gürcan’a bırakıyorum.
…
‘‘her gün en az beş kez düşüyor ruhum düz yolda
haftada otuz beş
ayda en az yüz kırk düşme eder.’’
- Söze, şiir ile rastlantınızla başlamak istiyorum. Çoğu şaire sormak istediğim bir soru: İnsanın her şeye şahit olduğu; düştüğü, koştuğu, kenarından geçtikleri ve durup kenarından geçenleri izlediği bir hayat. Aslında baktığımızda baştan sona rastlantısal bir yaşam! Peki, İçten Gürcan tüm bu kargaşada şiire nerede, ne zaman denk geldi?
Bu kargaşa… Bu kargaşa, şiirin kendisi gibi gelir bana. Kargaşada, uğultuda aradığımız sade, bizi bize bulduran, hiç değilse aratan sesler değil midir? Kargaşanın ortasında başınızı göğe kaldırır gözünüzü bir kuşa dikersiniz sizden uzaklaşana kadar kanat sesini duymaz mı içiniz? Altında durduğunuz ağaç uğuldamaz mı rüzgârda? Çamların altındaki sesleri çok daha farklıdır diğer ağaçlardan, durup dinlemez misiniz? Hayatınızda ilk defa gördüğünüz bir çiçeğin kokusunu merak etmez misiniz? İşte şiire önce aynen böyle içimde rastladım. Çocukluğum kısa süre önce yok olan İskenderun’da denizi ve gemileri izleyerek geçti. Çoğunlukla ufka dikmedim gözümü, oturduğum kayaya vuran dalgaları dinleyip köpükler sese uyuyor mu, diye saatlerce izledim. Bir şeyler düşünür, küçük küçük dizeler halinde bir yerlere yazar, bir şeylerin arasına sıkıştırırdım. Günlük tutmaya çok küçük yaşımda başladım. Cilt cilt durur, hâlâ günlük tutarım. Hatta zaman zaman kara kara düşünürüm, ben gidince hayatta kalmalarını istemem.
Çocukken kitap okuma alışkanlığı olan bir çocuk değildim. Kitaplarla çok geç tanıştım, dolayısıyla şiirle de çok geç tanıştım. Çok sıkılırdım şiirden, anlamazdım. Bunun yanı sıra çok müzik dinler hepsinin sözlerini ezberlerdim. Okuduğum her şeyi yüksek sesle bağıra bağıra okurdum. Sanırım önce kendi sesimi sevdim. Sonra şair sesinin güzelliğini fark ettim. Anlamın peşine bir kere takılınca merak sizi sürüklüyor zaten güçlü bir akıntıyla.
‘‘uyumadan önce küpeler taktım kulağıma
hediyeydi
babam beni hiç terk etmedi.’’
- 2023 yılının Temmuz ayında biri şiir diğeri öykü olmak üzere iki kitabınız birden Papirüs yayınları tarafından okura sunuldu. Yoklama (Şiir), Nedense Ait Değiliz Hiçbir Yere (Öykü) kitaplarına baktığımda insanın aitsizliği ve dünya üzerinde yer edinememesini ince ince işleyerek, bireyin ve toplumun fotoğraflarını betimleyerek okura sunuyorsunuz. Deyim yerindeyse büyük bir oyuk gibi bakıyorsunuz dünyaya, geçmeyen bir ağrı gibi. Nedir bu insanın aitsizliği?
Evet, derin bir boşluk olarak bakıyorum, bir varlıksak da hiçbir yere oturtamadığımız bir varlığız. Boşluğu dolduramıyor, doluyu da taşıramıyoruz. Aidiyet meselesine beden üzerinden baktım. Beden üzerinden bakmaya da devam ediyorum. Aidiyetimizin bedenimizle ilgili olduğunu düşünüyorum. Beden ve ruh gibi ayrımlardan da hep uzak durdum ve duruyorum. Özgürlüğüm de benim kadar; yokluğum da benim kadar. Kendi aidiyetsizliğim üzerinden kurmuyorum hayatı, hiçbirimiz ait değiliz ve hepimiz yokluyoruz. Hepimiz her an gidecek gibi ayaktayız ve koltukların hepsi boş aslında.
Ve evet ağrı, boşluğun her zaman yarattığı. Kolu olmayanın ağrısıyla, kolu olup da kullanamayanın ağrısı aynı ağrı mıdır? Oysa erişemediğimiz bir çiçek kolu olmayana da kolunu kullanamayana da aynı mesafededir. Fakat ağrı aynı ağrı mıdır? İşte bu benzer farklarımızdan ve onların farklı ağrılarından kuruyorum aidiyeti de, yaşamı da. Beden görünmeyen bir çabadır, sergilediğimiz performanslarımızın hem başlangıcı hem de toplamıdır ve zaman… Zaman benim tanrımdır. Bu yüzden yazdığım her şeyde zaman kayması olduğunu düşünürüm. Bunu da hayallerime bakarak anlarım. Peki, nereye aitiz, bu kullanamadığım kol bana mı ait? Bana ait olan ne, ben nereye aitim bir şeyin parçası gibi. Bu sustuğum ses de benim, bu attığım çığlık da benim. Parça parça aidiyet sanrıları ve bütün bir hayat…
‘‘buradasın!
mumların hepsi adak
ateş çoktan armağan edildi
seni asmayacağım
geride bıraktığım zamanın bir yerine
ilkeldik, fil dişini boynumuzda taşıdık.’’
- Yoklama’ya baktığımızda bir okur olarak olağanın tersine hikâyesi olanı değil de her gün şahit olduğumuz ama bir hikâyeyle bütünleştiremediğimiz her şeyin ve kişilerin avlusundaymışım gibi hissettim. Boşluk kavramının detaylı görsellerine denk geldim. Sanki her boşluğu doldurmak gibi bir zahmeti varmış da doldurduğu şeyin de tekrardan boşluğa düştüğünü öğreten bir şiir. Devamlı bir boşluk hali! Aslında bize kelimelerin de hikâyesi olduğunu kanıtlıyor. Boşluk mesela başlı başına bir hikâye değil midir?
“Sanki her boşluğu doldurmak gibi bir zahmeti varmış da doldurduğu şeyin de tekrardan boşluğa düştüğünü öğreten bir şiir,” tanımlamanız benim için o kadar önemli ki! Her anlamın boşluğa düştüğünü ve düşmeye de devam edeceğini kendimi deney faresi gibi kullanarak öğrendim. Boşluk, dolduramadığımız her şeydir. Bu sebeple de doldurduğumuzu sandığımız her şey doldurduğumuz an da boşluğa düşer. Hikâye de zaten zamanı dondurduğumuz yerde vardır. Fotoğraf sanatçısı kadrajında dondurur, ressam tualinde, yazar da kaleminde. Bizler birer hikâye değiliz, hikâyeden parçalarız. Bir hikâye bitip diğeri başlıyor. Boşluk böyle midir peki? Başlayıp biter mi? Sanırım benim tualim boşluk.
‘‘bağışlıyorum kanımı
Bağışlıyorum ağır yaralı sokak köpeklerine’’
- Tabi şair İçten Gürcan aynı zamanda Dikili sokaklarında ve kısa bir süre önce ülke çapında tanınmış bir sahaf. Çok nadir görülen bir şey, sokaklarda dolaşan şair bir sahaf! Sahaflık serüveninizi merak etmiyor değilim. Nasıl başladınız?
Çok uzun süredir tek ilgi alanım kitaplardı, fakat cesaret edemiyordum. Kitaplar tamam ama ticareti bilmiyordum. Devlette çalışmış mühendis bir baba ile öğretmen bir annenin çocuğuyum. Bizler temkinli yetiştirilmiş çocuklardık. Üniversiteden mezun olmamın arkasından üç yıl boyunca babam önüme KPSS formlarını koydu, bir kere bile girmedim sınava. Özel sektöre de 14 yıl sığabildim. Sonra önce işimi, sonra da Ankara’yı bıraktım. Sırtıma küçücük bir çanta aldım. 15 gün boyunca Ege sahilini gezdim. Nerede yaşayabileceğime baktım. Dikili’de kiralık bir ev buldum ve 10 gün içinde taşındım. Dikili maceram böylece başladı. Ankara’dan gelirken çocukluğumdan kalma bir koltuk, masa, sandalye, buzdolabı, yatak ve kitaplarım dışında hiçbir şey getirmedim. Bütün eşyalarımı dağıttım. Dolayısıyla kitaplarla dolu, az eşyalı bir evde yaşamaya başladım. Dolayısıyla kitaplara daha çok gömüldüm. Zaten iyi bir kütüphanem vardı, biriktirmeye devam ettim. Sonra internet üzerinden kitap satmaya başladım ama kimseyle gerçek bir iletişim kuramıyordum. İnternetten kitap satmanın bana göre olmadığını anladım. Konuşabilmem, anlatabilmem, kitaplarla ilgili heyecanımı bulaştırmam gerektiğini düşündüm. Dikili, tek bir kitapçısı bile olmayan bir ilçe. Aslında bu da tesadüf değil, okuyan sayısı gözlemlediğim kadarıyla oldukça az. Biliyorsunuz, bizim bir eşekli kütüphanecimiz vardı. Avrupa’da ise sırtında kütüphaneyle gezenler… Neden olmasın, dedim. Madem sokakları bir haliyle boşaltmaya çalışıyorlar, o halde kitaplarla doldururuz dedim. Bir araba yaptım. Boyadım emek emek. Çok da güzel gidiyordu. Soma’dan, Bergama’dan gelenler bile vardı. Fakat güzel ve iyi hiçbir şeyi yaşatamıyor maalesef siyasiler. Behçet artık sokakta değil. Bu arada Anadolu Ajansı’ndan benim haberimi yapan Metin Bey bu haberle birkaç ödül aldı. Yine de Behçet’in sokakta bir yerde durmasına izin çıkmadı. Ne diyelim, umut bir yer bulur ve yeniden yeşerir.
‘‘döndüm baktım
arkamda kimse
dili dövülmüş hayvan eti
arkamda bir kadın
döndüm baktım
kendim yalnız’’
- İçten Gürcan iyi bir şair olmanın yanında edebiyatı yakinen takip eden iyi de bir okuyucu kimliğine sahip. Biraz da kitaptan bağımsız genel bir soru sormak istiyorum. Şiirin geçmişini ve şimdisini düşünerek ülkemiz edebiyatı ve şiiri hakkında neler söylemek istersiniz?
Geldiğimiz noktadan memnun değilim. Derinlik her geçen gün yitip gidiyor. İstisnalar var ama her eser tek bir kalıbın çıktısı sanki. Bunun yanı sıra edebiyatımızda köşe kapmaca oynanıyor. Kim nereye ne kadar yakınsa, o kadar yazar ya da şair. Eserin edebi değeri yakın olduğunuz yerlerin değeriyle belirleniyor. Yayın dünyası sadece para kazanmak üzerine fabrikasyon üretime geçti. Yarışmalarda aynı kişiler, dergilerde aynı kişiler, hep aynı kişiler, sürekli bir yarış hâli, sürekli görünme hırsı. Kimse kimsenin eserini eleştirmiyor ya da eleştiren de ölçüsüz eleştiriyor. Kimse canı gönülden kimsenin eserini övemiyor. Herkes “dostmuş gibi” övüp, “düşmanmış gibi” yeriyor. Düzeleceğini düşünüyorum.
‘‘Evlerin çoğu eskidi gitti tamir edilemedi.
Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi.
Kimi hayata doymuş göründü,
Bazıları zamana uydular.
Evlerin içi oda oda üzüntü,
Evlerin dışı pencere, duvar.’’
Diyor Behçet Necatigil ‘evler’ şiirinde.
-Son olarak çoğu edebiyatçıya sormak istediğim soruyu da sizlere sormak istiyorum. Sizce neresidir ev dediğimiz?
Kaplumbağa gibi yaşayana kabuğudur.
Editor : Yusuf Kavak