Konuk: Ahmet Güneştekin
Kendisinin "Batman, benim ikinci evrenim" dediği topraklar, sanatını besleyen bir kaynak, ancak aynı zamanda bu toprakların barındırdığı acılarla yüzleşmeye ve bunları sanatla ifade etmeye çalıştığı bir mücadele alanı. Güneştekin, dilin, tarihin, hafızanın ve kimliğin birleştiği o ince çizgide, sanatını, tarihsel olaylara, mitolojik anlatılara ve evrensel insanlık hallerine dayandırarak yeniden şekillendiriyor.
Kayıp Alfabe sergisi, bu mücadelenin bir sonucu olarak doğdu.
Sanatçı, kaybolan, silinen ve unutulan anlamları yeniden inşa etmek için izleyiciyi karşılaşmaların gücüne davet ediyor. Batman’daki müze projesi ise sanatla beslenen bir kültür rafinerisinin, bir dönüm noktası olma arzusunu taşıyor. Ahmet Güneştekin’in sanatı, bir yandan geçmişin izlerini silmemek için çabalar, diğer yandan ise geleceğe dair umutlu ve yaratıcı bir dil inşa etme amacını güder.
Bu röportajda sanatçının hayata bakışı ve sanata verdiği değeri bulacaksınız. Keyifli okumalar…
-Siyasete girmeyi düşündüğünüz oldu mu?
Gündelik siyaset değil, insanların gündelik hayatın içindeki deneyime ve tanıklığa dair hafızası benim ilgi alanım. Sanat, benim için görülür, duyulur, anlaşılır olanın sınırlarını kuran bir temsil düzeni, yaşamı deneyimlemenin bir biçimidir. Bir sanatçı olarak burası, ancak benim düşünme ve üretme alanım olabilir. Bu nedenle, sanatın kolektif özneler yaratma, alanlar açma, temsil alanında görüntü ve anlam arasındaki bağları dönüştürme potansiyeliyle, bir başka deyişle politikasıyla ilgileniyorum. Kültürel bir form olarak sergi ve sergi üretim süreçlerine, dönüşüm sağlayabilecek bir kırılma ve karşılaşma alanı olarak bakıyorum. Kayıpların bıraktığı boşluğun etrafında, zamanları ve insanları buluşturacak bir alan açmak gerekiyor. Sanat, öznelerin sadece uğradıkları değil, ürettikleri bir karşılaşma mekânı aynı zamanda. Kayıp Alfabe sergisinin malzemesi üzerine çalışırken de aynı bakış açısını benimsedim. Karşılaşmaların hem özneler arasındaki hem de özneler ve nesneler arasındaki nasıl gerçekleştiğine odaklandım. Benim için malzemelerle uğraşmak başlı başına politik bir yaklaşım. Sadece insanlar arasındaki değil, nesneler arasındaki hiyerarşiyi de yok sayan, tahakküme ve ayrımcılığa dayalı ilişkileri kökten dönüştürmeye odaklanan bir yaklaşım. Ancak böyle bir karşılaşma deneyimi, malzemeyle anlam arasında yeni bağlar örmeme imkân verebilir. Bu şekilde izleyiciyi tanıklık etmeye davet edebilirim.
-Kürt kimliğinizin avantaj ya da dezavantajlarını yaşadınız mı?
Duygusal topluluğum doğal olarak çalışmalarıma yansıyor. Bir gruba ait olmak bana şeyleri farklı görme ve yorumlama fırsatı veriyor. Ancak, bu farklılık sanat pratiğimde yalnızca coğrafi kimlik belirtecine dönüşmüyor, aynı zamanda geniş bir duyarlılık olarak da işliyor. Olanakları kısıtlarıyla birlikte de geliyor diyebilirim. Örneğin, hepimiz uzak geçmişin olduğu kadar yakın geçmişin mağduriyetleriyle yüzleşme ve hesaplaşma çabalarına ve taleplerine tanıklık ediyoruz. Ancak hafıza çalışmalarını sanat alanında kimlik siyasetiyle ilişkilendirmenin de belirli kısıtlar ürettiğini düşünüyorum. İçine doğduğumuz ev gibi kimliğimiz de homojen ve boş bir zaman içinde durmuyor. Burada gerçekliği temsil etme ve anlatma hakkına kimin sahip olduğu kadar, kim olduğunu önemsememe, unutma, göz ardı edebilme hakkına kimin sahip olduğu da önemli. Öte yandan, bu bana hatırlamanın kendisini evrensel, boş bir özne konumundan yapamayacağımızı da düşündürüyor. Yaşadığımız coğrafyadaki birçok hak ihlaliyle ilişkilenme biçimimiz nasıl bir dilde ifade bulabilir üzerine düşünüyorum. Şiddet ve hafıza konularını işlerken, zorla kaybedilenlerle ilgili çalışmalarım, bu coğrafyanın gerçekliğine dair nasıl bir zemin sunuyor, bunun üzerine düşünüyorum. Sanat ve siyasetin kesiştiği yerin dilini kurabilmek, bu geçişlilikleri görmek gerekiyor.
-Kayıp Alfabe serginizde size ilham kaynağı olan şey neydi? Neler anlatmak istediniz?
Kayıp Alfabe, alfabenin potansiyelindeki örtük olan toplumsal ve kültürel bağlamları ve bu bağlamların buharlaşmasının yaratacağı kayıpları ifade ediyor. Metal harf kümeleriyle çalıştığım işler, dili ve ona bağladığım hakikati daha geniş bir şekilde yansıtmanın ve mikro hikayeleri toplumsal bağlamlara yerleştirmenin bir yolu. Geçmişle hesaplaşma deneyiminin gerekliliğine inanan ve görsel deneyim yoluyla vicdanı uyandırmanın zorluğunun farkında biri olarak, yorumlama gücümü insanlarla ilgili olayları düzenleyen güçlerin etki alanına nasıl taşıyabileceğimi düşünüyorum. Sanat, süregiden şiddetin koşullarına nasıl yanıt verir, bu koşulların içindeki kendi dolaşıklığıyla nasıl yüzleşebilir? Dünyayı bir dizi karşılaşma olarak deneyimliyoruz ve bu karşılaşmaların sonucu bir etki oluşuyor. Sanat sergileri de bu karşılaşma alanlarından biridir. Tarihsel olayları, özellikle kırılma anlarını unutulmaktan kurtarmamızı sağlayan yöntemlerin geliştirilmesi için uygun bir alan yaratır. Ana akım anlatılarla arasına belli bir mesafe koyduğum sergideki işlerin her biri benim için duygusal bir müdahale, tarihsel ve öznel referansları olan ifade biçimlerini ön planda tuttuğum işler.
Batman’da açmayı planladığınız Ahmet Güneştekin Çağdaş Sanatlar Müzesi ne aşamada?
Bir sanat rafinerisi bağlamında çağdaş sanat müzesi projesini ilk gerçekleştirmek istediğim yer Batman’dı. Tasarım fikri bir petrol rafinerisinin yeniden yorumlanması ve soyutlanması sonucunda ortaya çıkan, yükseltilmiş halkalarla çevrelenmiş dağınık soyut hacimler kullanılarak oluşturuldu. Emre Arolat tarafından tasarlandı proje ve Dünya Mimarlık Festivali’nde gelecek projeler kategorisinde kültür alanında finale kaldı. Projeyi devletin ilgili kurumlarına sunduk ve onay aşamasını da geçtik ama uygulama aşamasında ilerleyemedik ve hala da konu belirsizliğini koruyor. Fakat biz bu projeyi farklı tasarımlarla da olsa İstanbul’da ve Venedik’te hayata geçireceğiz. Batman ve çevresi için bir anlamda kültür rafinerisi olacak bir müzenin, daha hayata geçmeden tasarım aşamasındaki başarısına rağmen ilerleyememesi çok üzücü.
-Yaşar Kemal’i manevi babanız olarak gördünüz. Aranızdaki bağ nasıl oluştu? Bize kendisiyle bir anınızı anlatır mısınız?
Romanlarını gençlik yıllarımda okumaya başladım. Okuduğum her şeyden daha canlı bir yaşam duygusuna sahiplerdi. Anlatımları kimseninkine benzemiyordu. Bunu nasıl başarıyor diye düşünürdüm. Cümleleri tıpkı bir balon gibi havaya yükseliyor ve bir türlü inmiyordu, onu yukarı bakarak okuyordunuz. Okumaya başladıktan sonra üslubunun düşündüğüm her şeye sızdığını gördüm. AKM’de Karanlıktan Sonraki Renkler adını verdiğim ilk sergimi izlemeye gelmişti, orada tanıştık ve aramızda çok doğal bir bağ oluştu. Sözler ve sesler ortak kaynaklarımızdı. Modern edebiyatla karşılaşmasaydım, ki karşılaşmam tesadüftür, bir destancı olurdum, diyordu. Atölyeme geldiğinde sanat ve edebiyat üzerine konuşurduk, beni çalışırken izlemek isterdi, bazen birlikte resim yapardık. Yaşamımdaki varlığı ve onun yarattığı atmosferi deneyimlediğim için çok şanslıyım. Hemen her gün konuşmak ikimiz için de günlük bir rutindi. O gün aradığında New York’taydım, sabah saat 4’tü ve ben uyuyordum. Biraz konuştuktan sonra onunla buluşmamı istedi. New York’ta olduğumu söylediğimde ne olmuş, atla gel demişti. Uçak biletimi değiştirip döndüm. Beni çağırıyorsa söyleyeceği önemli bir şey olmalı diyordum. Ama sadece görmek istiyordu. Yanına gittiğimde beni özlediğini söylemişti. Mutlu ve gururlu anlarımdı. Bu duyguları hatırladığım anlar onunla ilgili en iyi anılarım olarak kalacak.
-Batman hayatınızın neresinde?
Batman sanat macerama başladığım yer, evim, diğer bir deyişle ilk evrenim. Hatırlama ve anlatma faaliyetinin en erken sahnesi olarak çocukluğumun alanı. İçine doğduğumuz çevreyi de gramerini bilmeden öğrendiğimiz anadilimiz gibi öğreniriz. Yaşama başladığım yerle ilişkim buradan başlıyor. Batman, bugün dahi yaşam deneyimimi etkilemeye devam ediyor. Diğer taraftan köklerimi beslemek yerine daha başka, kendini kapatmayan bir yerden konuşmayı tercih ederim. Macera, gelmekte olanı, henüz gelmemiş olanı kucaklamayı talep eder. Bunun için kesinlikten yoksun bir belirsizliğe katlanmak gerekir. Sanat serüvenimde izlediğim böyle bir yoldu. Ama nerede olursa olayım, yine de biliyorum ki insan ancak kültürü, dili ya da dilleriyle birlikte kabul edildiği zaman evinde olabilir.
-İstanbul’dan Batman nasıl görünüyor?
Batman, hemen yanı başındaki Göbeklitepe’den Mardin’e, Diyarbakır’a kadar binlerce yıllık tarihi olan bir coğrafyanın ortasında yer alıyor. Çocukluğumun keşfi ve oyun alanlarından olan muhteşem ortaçağ yerleşimi Hasankeyf’in şu an sular altında olduğu yer burası. Yüzyıllar süren dünya uygarlıklarının iç içe geçmesiyle, hayatta kalan yapıların dokusunda ve bu süreklilik içindeki yeriyle, aynı zamanda olağanüstü doğal güzelliği ve ihtişamlı görünümüyle katmanlı bir coğrafya. Ama bununla kalmıyor. Son derece sert bir geçmişin izlerini de taşıyor. Şu anda hayatımı orada üretmiyorum, dolayısıyla dışarıdan konuşmak sorunlu bir bakış açısı olabilir. Ama içeriyle dışarıyı eşitlikçi bir anlatım zamanıyla birbirine bağlayan, birini diğerine açık kılan bir yöntem tasavvur ederek şunu söyleyebilirim: Bu coğrafyaya özgü kişisel hafızalar ve kültürel yapısından gelen çoğulcu ifade biçimleri, her alanda süregelen şiddetle nasıl bir görme, bakma ve kavramsallaştırma ilişkisi kuracağımızı da ortaya çıkarıyor. Benim serüvenim bu mücadeleye eserlerimle katılmak.
Sanatınızı icra ederken mitolojik hikayeleri ve kurguları ne şekilde oluşturuyorsunuz?
Mitleri sürekli hareket eden bir eşik olarak düşünüyorum. Benim için kumaşla ya da bronzla, boya ya da taşla oluşturulabileceğim parçalanabilen ve yeniden yapılabilen bir anlatı dizisidir. Keskin ayrımlar olmadan içerik ve biçim birliği, hatta biçimleriyle barışık anlatılar anlamına gelir. Çalışmalarımda birbirinden çok farklı evrenlere ait figürlerin birbirine dokunduğu yerlere bakalım: Babası Daidalos’un uyarılarına kulak asmayarak uçan ve kanatlarını eritip dünyaya düşerek ölmesine sebep olan güneşe çok fazla yaklaşan İkarus. Ulaşılamaz ve dokunulamaz olana ulaşmak ve dokunmak istemişti. Midas’ın dokunduğu ekmek somunu altın bir kalıba, dudaklarına değen şarap ise sıvı altına dönüşmüş, böylece yenilebilir olmaktan çıkmış ve ulaştığı onca zenginlik ironik bir şekilde onun ölmesine sebep olmuştu. Benim için İkarus ve Midas ne kadar yalnızlık üzerineyse, Leda ve Kuğu da içinde yaşadığımız güç dünyası üzerinedir. Her iki olay örgüsü de felaketle sonuçlanır. Bu anlatılar geçmişten geliyor ancak esnekler, her ana ait olabilirler ve yeniden yorumlanabilirler.
-Dünyaca tanınan bir sanatçı olarak ulaşmak istediğiniz hedef ve hayalleriniz var mı?
Kapsayıcı bir bakışla üretmeye çalışıyorum. Gelecek perspektifi olmayan hatırlama ve hatırlatma pratiklerinin kimseye faydası olmayacağını biliyorum. Geçmişin farklı tahakküm biçimlerinin nasıl iç içe geçtiğini, kesiştiğini ve bugüne bıraktığı kalıntıları çözümlemeden geleceğe dair bir rota belirlemek mümkün değil. Tekrarlarla kendini bize hatırlatan bir süreklilikler zincirinin içindeyiz. Ama paradoksal olarak, bundan kurtulmamız için daha iyi hatırlamamız, işlememiz, geleceğe aktarmamız gerekiyor. Türkiye’nin özgül geçmişine bakmaktan çekinmeyen, tıkanmış tartışmaların ötesine geçebilecek bir alan açmak gerekiyor. Sergilerin ve onların etrafında gelişen konuşmaların buna katkı sağlamasını umuyorum.
Editor : Yusuf Kavak